Monday, November 16, 2015

Aylardan Kasım, Yerlerden Zürih: Ardından

Zürih'e dair "bence"lere hızlı bir bakış:


  • Şehir merkezinde kalmaya bak. Her yerde tramvay olmasında rağmen akşam yürüyerek dönme keyfi başka.
  • Zeughauskeller'de ye, rezervasyon yaptırmayı unutma!
  • Odeon Kafe'de biraz lafla.
  • Eski şehrin sokaklarını turla. Ummadığın anda vitrinlerde sanat bulabilirsin. Misal:


Satranç takımına yeni bir bakış

  • Kunsthaus'u gez.
  • Nehrin ikiye ayrıldığı yere yürü, orada biraz soluklan. (Hatta yeterince şanslı olursan bir fare bile görebilirsin(!) - Neden hep ben?)
  • Bahnhofstrasse'de volta atmadan dönme diyeceğim de, zaten neredeyse imkansız! :)
  • En büyük saatli ve Chagall vitraylı kiliseleri de gör bence gelmişken.


Eğer bir daha gidersem ben:
  • Umarım Çin Bahçesi'ni gezeceğim.
  • Yemeğimi 1898'den beri vejeteryan olan Hiltl'de yiyeceğim.
  • Belki Sprüngli'de bir sıcak çikolata içerim.
  • Akşam oturmasına 1916'da açılmış, dadaistlerin toplanma yeri olan Cabaret Voltaire'e gideceğim.
  • Kunsthaus'un diğer katı yanında, Gestaltung Tasarım Müzesi'ni ziyaret edeceğim.
  • Belki bir gece kalmalı değil de, tren biletlerini uygun saatlere alarak günübirlik gidip geleceğim. Tasarruf ettiğim parayla da çikolata alırım Truffe'den, nasıl fikir?

Sunday, November 15, 2015

Aylardan Kasım, Yerlerden Zürih: Bütün şehir neden sokakta?


 Zürih'te olduğumuz haftasonu havanın güzelliğinden fazlasıyla nemalandık. Pazar günümüzü de müze ve göl kenarında gezinti olarak planlamıştık. Gelelim neler yaptığımıza..


  • Kaldığımız otel şuydu: http://byfassbind.com/hotel/swiss-night-am-kunsthaus-zurich/ Aslında bu seyahatte daha önce hiç denemediğim airbnb denemek istiyordum ama odalar için fiyatlar 130 CHF'den başlıyordu. Ve artık yaş meselesi mi, karakter meselesi mi bilemediğim bir şekilde bende yorgunken güleryüz, nezaket, uzlaşmacı tavır gösterme gibi meziyetler oldukça azaldı. Bir de tuvaleti beraber kullanmak gerektiğinden dedim otellere bakayım. Sonra geceliği 120 CHF olan, güzel yerli bu oteli buldum. Eveti kahvaltı bile dahil olmadığından pahalı ama Zürih'te olacak o kadar dedik artık. En azından temiz ve rahattı, üstelik şu anki evimizden daha büyükti odamız! :)

  • İlk durağımız otelimize de çok yakın olan Kunsthaus Modern Sanat Müzesi idi. Gittiğimiz vakitlerde Miro geçici sergisi de vardı üstelik, ama zamanımız kısıtlı olduğundan onu ziyaret edemedik. Hatta tüm müzeyi gezmek 2-2.5 saat sürer diyen görevliyle epey bir çelişerek 2 saatte ancak daha çok ilgilendiğimiz eserleri barındıran üst katını gezebildik. Kimler var derseniz Mondrian'dan Matisse'e, Picasso'dan Dali'ye, canım Chagall'dan van Gogh'a bir sürü güzel tablo ve heykel sizi bekliyor derim. 


Pablo Picasso - Kadın kafası

Vincent Van Gogh - Kulak sargılı ve pipolu otoportre 

Ben, Monet'nin renklerinde kaybolurken

  • Müzeden çıkınca, Zürih'te yaşayan bir arkadaşımızla buluşmak için Odeon Cafe'ye gittik. Burayı özellikle görmek istedik çünkü 1911'de açılmış kafe, yıllardır pek çok "ünlü"nün uğrak yeri olmuş. Einstein'ın burada ders verdiği, Stefan Zweig, James Joyce, Trotsky, Lenin ve birçoklarının Zürih'te ziyaret ettikleri bir kafeymiş. Tabi şu sıralar o eskinin yoğun düşünce, tartışma ortamı yok, daha çok turistik bir yer olmuş. Ama yine de fiziksel olarak ruhunu koruyan, buna ek olarak da yiyecekleri güzel olan bir yer! E daha ne olsun?

"Wi-fi yok, birbirinizle konuşun!" yazısı - Felsefi bir duruş mu, pintilik mi emin olamıyorum :)


Falafelli salata - Alışılmışın aksine kasede değil yayık tabakta ve çok doyurucu!


Hamburger

  • Buradan ayrılınca, hava ve güneşin tadını çıkararak göl kenarında yürüyelim, hem de Çin Bahçeleri'ni ziyaret edelim dedik. Yalnız değilmişiz! :) Ne zamandır görmediğimiz, Türkiye'ye dönene kadar da görmeyeceğimizi düşündüğüm bir kalabalığın ortasında bulduk kendimizi. Bisiklet, paten, kaykay, piknik, müzik, güneşlenme; herkes kafasına göre takılmaktaydı.

Müzik yapan gruplardan sadece bir tanesi


  • Daha sonra tüm bu yürüyüşün nihai amacı olan, Çin dışında bulunan en iyi "Çin Bahçesi" olduğu iddia edilen, Zürih'in kardeş şehri Kunming'in hediyesi bahçelere vardık. Ama o da ne? Kış bakımı! :( Aklınızda olsun, bahçe Nisan ayına kadar kapalı olacak! 

Bu da Zürih'teki ikinci ve son günümüzün kuş bakışı özeti! Bir sonraki yazıda da madde madde  "Bence Zürih'te neler yapmalı & bir daha gitsem ne yaparım"ların cevapları olacak!

Tuesday, November 10, 2015

Aylardan Kasım, Yerlerden Zürih: Zeughauskeller nasıl okunuyor?

Zürih'le ilgili gezi yazılarına baktığımda akşam yemeği için önerdiği restoranın adı: Zeughauskeller. Ben yazıldığı gibi okuyorum lakin bizim İsviçreli kardişlerimiz kendilerine has almancalarıyla nasıl okuyorlardır bilemiyorum.

Bir restoran için rezervasyon yaptırmak, hele hele turist olarak gittiğim şehirde bunu yapmak hiç adetim değildir. Ancak İsviçre'ye geldiğimden beri sosyal hayata dair tecrübe ettiğim şeylerin başında rezervasyon yaptırmak geliyor! Rezervasyonsuz mahallenin çaycısına gitmek bile neredeyse imkansız! Ya da zaten servisinden çok şey beklememeniz gereken restoranların, servis açısından en elverişsiz masalarına talim edeceksiniz.

Velhasıl, Zeughauskeller tavsiyesi aldığımda, günlerden cumartesi yerlerden de Zürih -İsviçre'nin en kalabalık şehri- olduğundan hadi dedim rezervasyon yapayım. Rezervasyon yaparken de o kadar çok imkan vardı ki "bomboş olduğu belli, boşuna kasıyorum" diye düşünmedim değil. Tabi bunda Zürih için o haftasonu doluluk oranını %25 gösteren booking.com un da payı var.

Neyse efendim, buraya girdiğimizde üniversite yemekhanesi boyutlarında bir restoran çıktı karşımıza (Abartı payı saklıdır)! İç içe yemek yiyen onlarca insan, ama karakterli bir ortam! Bu arada masanızı da diğer müşterilerle paylaşmaya hazır olun. Bizim şansımıza birayı iki yudumda bitiren bir Alman çift çıktı mesela :)

Yemekler için de tavsiyeler almıştık, şnitzel mi, av hayvanı mı, buraya özel mantarlı eti mi yesek derken hepsinden tatmamıza yarayacak bir seçim yapabildik. Geyik karpaçyo ile başladık.

Geyik karpaçyo

Üzerindeki turuncu şeyin ne olduğunu hala çözebilmiş değilim, bir şey reçeli ama ne! Oralarda bir adet kestane görünmekte, altındakiler ise peynir. Güzel miydi? Evet!

Ana yemek olarak ise şnitzel ile ... söyledik. İkisi de güzel ve koca porsiyonluydu.

Yemeğin devamı


Meşhur yemek


Porsiyon büyük olunca soğumasın diye altında mum olan o kapla geliyor yemek. Fondü mantığı her yerde, İsviçre'deyiz yanlış olmasın.

Vee geldik en heyecanla beklenen kısma; hesap! Valla yemekler pahalı, hele TL'ye çevirince akıl çıkartacak cinsten. Bu 3 yemeğe toplamda 90 frank verdik, işte bu da kanıtı:

Zeughauskeller fişi




Değdi mi? Evet. Bir daha gider miyim? Ayol o kadar daha denenecek yer varken gider miyim hiç!

Monday, November 9, 2015

Aylardan Kasım, Yerlerden Zürih: "Cool" nedir, nasıl olunur?


İsviçre'ye taşınacağım belli olduğundan beri, gezilerimden ilki Zürih olur diye düşünüyordum çünkü ne zamandır merak ederim bu şehri. Almanya'ya yakınlığı ama İsviçre'de oluşu, kuzeyin minimalizminden nasibini alması ama bir yandan da dünyanın en yüksek maaşlı çalışanlarının burada yaşaması ile bende Kopenhag, Stockholm, Berlin ve Londra karışımı bir yer olacakmış beklentisi oluşturmuştu. Vee, bu haftasonu Zürih'teydim!

Öncelikle, beklentilerimi karşıladığını, o kafamda kurduğum şehir olduğunu görmek çok hoşuma gitti! Evet, Zürih hem "cool" hem klasik, sanatı da var doğası da var, şehir gibi şehir! Madde madde yazacak olur isem:


  • Gittiğim şehirlerde genelde bütçe düşük ve özgürlük isteği yüksek olduğundan rehberli turlar yerine kendi kendimin rehberi olmayı tercih ederim. Yurtdışında da bunun en güzel yolu turistler için hazırlanmış, üzerinde şehrin önemli noktalarının işaretlendiği haritalardan alıp bunları takip etmek. Zürih'te de bunu yapalım dedik ancak anacım o ne büyük gar öyle! Yanlış hatırlamıyorsam 44 tane peron var, e haliyle "Tourist Info" nerede, biz nerede bilemeden indik trenden. Bir de her yer inşaat artık garı daha da mı büyütüyorlar nedir. Ha bulduk ha bulacağız derken bir anda kendimizi Europaallee diye bir alışveriş merkezinde bulduk, ki alışveriş merkezinin "cool"u nasıl oluyormuş gördük. İçeride sadece spor mağazaları var, tam o aklımdaki minimalizmle üstelik! 3-5 mağaza var sadece. Aşağıda sadece yoga kıyafet ve malzemeleri satan mağazayı görmektesiniz mesela.

Sadece yoga ürünleri satan mağaza

  • Ortalıkta bir süre dolandıktan sonra anladık ki garın öbür ucundan çıkmışız, neyse efendim yürüdük ilerledik turist bilgilendirme merkezini bulup haritamızı alarak yola koyulduk.

Gardan bir heykel

  • Cumartesi için planımız, dükkanların çalışma saatlerinden en üst düzeyde faydalanmak olduğundan kendimizi Bahnhofstrasse'den sallandırdık aşağıya. Benzetmek gerekirse, her büyük Avrupa şehrinde illa ki bir tane olan, bizim İstiklal'imiz kendisi. Ortasında tramvayı bile var! Avrupa'nın en pahalı, dünyanın ise 3. en pahalı kiralara sahip caddesiymiş aynı zamanda. Havanın da hem güneşli hem de terletmeyen sıcak seviyesinde olmasıyla herkes kendini dışarı atmış. Zaten sonradan öğrendiğimize göre gazeteler cuma günü manşetten duyurmuş haftasonu havanın çok güzel olacağını (Evet, buranın gazete manşetleri ayrı bir yazıyı hak ediyorlar, ona bir ara gelelim!). Velhasıl, Lozan'da alışık olmadığımız şekilde kalabalıklı coşkulu bir yürüyüş oldu bizim için. 
  • Otel yolumuz üzerinde Avrupa'nın en büyük saatinin olduğu kilise (St. Peter Kilisesi) ile Chagall'ın vitraylarının olduğu kilise (Fraumünster Kilisesi) vardı. Chagall'ı görmeden olmaz diye yolumuzu buraya düşürdük, güzeldi, geçerken uğranır tabi ama beni çok etkilemedi. İçeride fotoğraf çekmek yasaktı.
  • Otele eşyalarımızı bırakıp tekrar dışarı çıktığımızda iki doktora öğrencisi olarak ETH'ı görmeden olmaz dedik ve hem Zürih Üniversitesi'ne hem de ETH'a ait binaların olduğu tarafa doğru çıkmaya başladık. Lozan'daki üniversite binalarının aksine Zürih'tekiler tarihi binalar. Büyük ETH binasının önündeki Polyterasse'ta manzaraya karşı biraz soluklanmasak olmazdı. Güneşi gören soluğu burada almış gibiydi zaten!


ETH Zürih


  • Vee terasta otururken, Zürih'e gelmek için seçtiğimiz haftasonunun senede bir kez olan üniversiteler arası kürek yarışına denk geldiğini öğrendik. 15:00'da başlayan yarışlarda hocalar, mezunlar ve öğrenciler yarışacakmış. Oley!
  • Good to Go'nun içi, oturma yeri yok

  • Yarış öncesi hızlı ve güzelce nasıl karın doyursak diye düşünürken Foursquare'de bulduğumuz Good to Go isimli sandviççiye gittik. Doğru seçimmiş! İtalyan ve Yunan adını verdikleri sandviçleri denedik ve çok sevdik. Ekşi mayalı benim babaanne ekmeği olarak bildiğim o koca ekmeğe yapılmış, içinde kabağı, kekiği, peyniri, domatesi eksik olmayan bir sandviç olduğundan oldukça doyurucuydu. Tabi bu noktada 1 tanesinin fiyatının 12.5 CHF olduğunu belirtmekte yarar var. 

Sandviçlerimiz


















  • Ayaklarımızı suya sallandırarak sandviçlerimizi yedikten sonra yarışı beklemeye başladık. Yarışın bitişinden biraz daha ileride yer bulabildiğimiz için heyecanı doyasıya yaşayamadık ama "kale arkası"ndan olsa bile izlemesi zevkli bir aktiviteydi.

    Kürek yarışları

  • Aslında 11 gibi Zürih'te olup, çayıdır kahvesidir kendine gelmesidir derken 12 gibi gezmeye başlamamıza rağmen gün bereketli geçmiş, yazdıkça anlıyorum. Akşam yemeği rezervasyonumuza 1-2 saat olduğunu görünce, biraz yürüyelim dedik. Yürümek için de aşağıdaki haritada göreceğiniz, akarsunun iki kolunun birleşme noktasını hedef olarak seçtik. İyi ki de öyle yapmışız! Oraya kadar gitmişken önce biraz suyu izledik, sonra da tamamen nehir kıyısına konuşlanmış Dynamo'da oturup güneşi batırırken sohbet ettik.

Sular akar doldurur

Buradan da, günün son durağı olan akşam yemeğimize geçtik ama o da bir sonraki yazının konusu olsun artık. Böyle biraz bölük pörçük ve fazla kişisel oldu ama bunları derleyip toplayacağım bir özet yazısında!

Friday, November 6, 2015

Ben İsviçre'de mi yaşıyorum?: Bir oturma izni alma hikayesi 2

Arap saçına dönen oturma izni alma hikayeme kaldığım yerden devam ediyorum (Erkin Baba'ya sevgiler!)

Baktım yazışarak olmuyor, bizim posta ofisi de pek bir şey bilmiyor, şehrin ana posta merkezine gittim elimde takip numarası ile. Gişedeki kişi de postanın teslim edildiğini ancak kime teslim edildiğini kendisininocah göremeyeceğini söyledi. Nasıl olur, bu benim oturma iznim, bana teslim edilmedi kime teslim edilebilir ki isyanlarım sonrasında 4 farklı kişiye danışarak, en sonunda da amirinin gelmesiyle elime iki kağıt tutuşturdular. Postanın hareketleri ve zarfın fotoğrafı! Peki zarfın fotoğrafında adres olarak ne göreyim dersiniz; üniversitenin adı! Evet, hiçbir zaman bu adresi vermememe, ev adresime yollayıp yollamadıklarını teyit etmeme rağmen gitmiş üniversite adresini yazmışlar. Neyse teşekkür edip çıktım, okuldaki posta kutumdadır dedim, mutlu mutlu ayrıldım.

Ama dertlerim burada bitti mi? Tabi ki hayır! Posta kutumda hiçbir şey yok. Kalktım okulun posta merkezine gittim. Adam zaten bizdeki tipik devlet memuru, "Posta kutunuzdadır" ile beni başından savmaya çalıştı. Biraz üsteleyince sistemde ismimi aradı, bulamadı, sistemde ismi olmayanların postalarının geri gönderildiğini söyledi. Biraz daha üsteleyince de ismimi soyismim olarak yazdığını ve o yüzden sistemde çıkmadığımı anladı. Vee bir diğer aksiliğimiz de burada ortaya çıktı. Sistemde varım, ama aslında ofisimin olduğu değil başka bir bina olarak kayıtlı adresim! Velhasıl bu sefer de o binaya gitmem, oradaki sekreterle görüşmem gerekti.

Kalktım o binaya gittim, dekanın sekreterinin kapısını çaldım. Dedim böyle böyle. Kadın 29 yıl postanın müşteri hizmetlerinde çalışmış, tatlı mı tatlı. Önce bu binanın postalardan sorumlusuna gittik, klasik "posta kutusundadır" minvalindeki laflardan sonra belki de danışman hocamın posta kutusundadır diye orayı kontrol etmeye yollandık. Tabi ki danışman hocamın bu binada bir posta kutusu daha yok! Şaşırdık mı? Hayır. Listenin üzerinden geçerken bir anda benim adımı gördük ve voila! Benim o binada da, bilgim dışında, üzerinde hiçbir şey yazmayan, bende anahtarı olmayan bir posta kutum varmış! Ve içinde de oturma iznim!

Böylelikle, bize sürekli kural, düzen vs. ülkesi olarak anlatılan İsviçre'nin karanlık yüzünün portresini size çizmiş oldum dostlar. Bu hata kombosunun benim başıma gelmesine "tabi ki şaşırmadık" mağdur edebiyatını ise yapmayacağım! 

Arap saçı - Google'dan

Tuesday, November 3, 2015

Ben İsviçre'de mi yaşıyorum?: Bir oturma izni alma hikayesi - 1

Malcom Gladwell, Outliers (Çizginin Dışındakiler) isimli kitabında felakete giden yolda bir hatanın yetmediğini, birbirini takip eden birden fazla hatanın felaketi doğurduğunu söyler. Bunun benim oturma iznim ne ilgisi mi var?

Uzun süreli vize için İsviçre'ye başvuru yaptığınızda size, giriş yaptığınız tarihten itibaren 14 gün içinde kendinizi, oturacağınız yerin "commune"üne kayderttirmeniz gerektiğini söyleyen bir kağıt veriyorlar. Ben de bu işlemi 29 Temmuz tarihinde yaptım. Ve daha sonra o uzun bekleyişim başladı..

Özellikle yaz aylarında çok fazla gelen-giden olduğu için işlerin daha yavaş ilerlediğini duymuştum. Bir yere kadar tamamdı, ancak 30 Eylül itibariyle vizem bitmiş olmasında rağmen hala oturma iznim gelmediğinde endişelenmeye başlamıştım.

Bu esnada beklediğim, "Centre de Biométrie" davetiydi. Buraya gidip fotoğraf çektirerek parmak izini vermek, oturma izni için yapılması gerekenlerin son adımı. Uzunca bir süre bu daveti bekledikten sonra bu davetin Haziran ayında, henüz ben İstanbul'da vizeye başvurmadan bana gönderilmiş olduğunu hatırlamam, gecikmenin ilk ayağını oluşturdu (Varan 1).

Bunu fark ettikten sonra biraz da "Bunca zamandır anca mı geldiniz?" derler korkusuyla çekine çekine "Centre de Biométrie"ye gittiğimde, hiçbir sorunla karşılaşmayıp, üstüne "10 iş günü içinde oturma izniniz size ulaşacak." kesinliğinde konuşulduğunda tarihler 6 Ekim'di. Hadi bakalım deyip heyecanla beklemeye koyuldum.

Her gün heyecanla posta kutusu kontrol etmelerim, 20 Ekim akşamı da gelen olmayınca yerini sinire bıraktı. İlgili birime internet üzerinden ulaştım. İsviçre'deki güzel şeylerden biri, info@... adreslerinin hızlıca cevap vermesi! Buradan, oturma iznimin bana yollandığı, oturduğum bölgeyle ilgilenen posta ofisiyle görüşmem gerektiği söylendi. İyi dedim, postaya gittim.

Postadaki yetkili böyle bir gönderinin onlara hiç ulaşmadığını, zaten benim de sistemlerinde olmadığı söyledi. Daha önce onlarca posta almış olmama rağmen.. Neyse buradan çıkar çıkmaz durumu yine yazdım, gönderdikleri adresin doğru olduğuna emin olup olmadıklarını sorup adresi tekrar yazdım. Gelen cevapta adresin doğru olduğunu, gönderinin teslim edildiğini, istersem takip edebileceğimi söyleyip bana bir posta takip numarası verdiler. Teslim mi edilmişti? Nasıl oluuur?

Arkası yarın..

Saturday, October 31, 2015

Yemeği Evden Getirmece: Tamam mı Devam mı?

Bir haftalık yemeği evden getirmece meydan okumamın hemen ardından, bir hafta boyunca neredeyse her gün öğle ve akşam yemeklerini dışarıda yedim ve hayır, bu bir meydan okuma değildi :)

Arka arkaya gelen bu iki farklı uçtaki hafta sayesinde yemek meselesi hakkındaki görüşlerim şu şekilde:


  • Bazı akşamlar sırf meydan okumam uğruna evde bir şey yokken yemek hazırlamak durumunda kaldım, uyumak varken. O sıralarda biraz söylensem de ertesi gün yemeği afiyetle yerken oldukça mutluydum! Buradan çıkardığım sonuç; çok yorgun, hasta, uykulu olduğumda kendimi yemek hazırlamaya zorlamamalıyım. Ama aksi halde atla deve değil, hazırlanır!
  • Zaten her akşam yemek pişiriyorum. Bir gece dolapta bekleyip ertesi gün ısıtılınca özelliğinden bir şey kaybetmeyen yemekler -neredeyse pişirdiğim tüm yemekler- olduğu sürece, bunlardan akşam biraz daha fazla pişirmek ertesi gün götürmeye yetip artıyor. En iyi senaryo da bu bence!
  • Büyük bir zaman tasarrufu söz konusu! Yemekhane ve ofisim arası yürüyerek yaklaşık 10 dakika. Öğle yemeklerini de genelde geyik muhabbet eşliğinde ya da tek başıma yiyorum. Ofiste yediğimde yemeğe gitme süresi ve yemek yerken istediğim bir şeyle ilgilenme imkanım oluyor (biliyorum asosyal!). Genelde tercih edilesi.
  • Diğer bir tasarruf maddi. Öğle yemeği hazırlamak için kullandığım malzemelerin çetelesini tutmadım tabi ancak yemekhanede en ucuz yemek imkanı 9 CHF, en pahalı da 12-13 CHF civarı oluyor, bu da günde ortalama 10 CHF öğle yemeği için ayırıyorum demek. Çetelesini tutmamış olsam da öğle yemeklerimin maliyetinin 10 CHF altında olduğuna eminim.
  • Yemekhanede porsiyonlar çok büyük, yapı itibariyle tabağında bırakmayı sevmeyen biri olduğumdan hepsini bitirip tıka basa doyup hatta bazen rahatsız oluyorum. Evden getirince ise öğle yemeğine yüklenmek yerine meyve, yoğurt, çerez ile destekleyerek doyuyorum. Bence daha eğlenceli.
  • Cuma öğlenleri dans dersine gidiyoruz ve oradaki yemekler hep ama hep çok güzel. Hatta meydan okumam uğruna yiyemediğim hafta en güzeldi. Dolayısıyla cuma günleri evden getirmek yook!
  • Her akşam ertesi günün yemeğini düşünmek çok planlı programlı olmayı gerektiriyor. Hatta buradaki market çalışma saatleri düşünüldüğünde neredeyse cumartesi alışverişe giderken haftalık öğün planının elinde olması lazım. Planlı yaşamayı sevdiğimden ve halihazırda öyle yaşadığımdan benim için sorun değil, ancak bunun bir takıntı ve stres kaynağı haline gelmesi tatsızlık olur.
Sonuçta, ben bu evden getirme işini sevdim! Kendimi zorlamadığım, "Amaan bu günlük de boş vereyim!" demeyi kafama takmadığım sürece buna devam edeceğim (yani, bence). Öğünlerimi de arada paylaşmaya devam ederim belki!
Haftanın bilançosu

Tuesday, October 20, 2015

Kendime Meydan Okuyorum: Yemeği Evden Getirmece

Bu kendine meydan okuma işini sevdim! Hem hayata renk, haftaya bir amaç katıyor, hem de sınırlarını görmene yardımcı oluyor.

Bu seferki meydan okumam aslında pek çok yönden faydalı. Eskiden var olan, ama şimdi Türkiye'de rastlaması imkansıza yakın bir alışkanlık: öğle yemeğini evden getirme.

Burada kişilerin yaklaşık %65'i yemeklerini evden getiriyor. Öğle saatlerinde okuldaki mikrodalganın önünde upuzun bir sıra oluyor, buradan anlayın! Süpermarketlerin çıkışlarında serbest kullanımda birer mikrodalga olmasını saymıyorum bile.

Bu adeti İsviçreli kişilerle de konuşma fırsatım oldu. Ben her gün yemekhaneden yerken, onlar da masada bir güzel evden getirdikleri yemeklerini yiyorlardı. "Buradaki yemeği beğenmiyorsunuz, o yüzden mi evden getiriyorsunuz?" soruma ise "Yoo, bence yemekler çok güzel ama böyle daha ekonomik oluyor" cevabı aldım. Bunu diyen de dünyanın en zengin ülkeleri listelerinde her daim ilk 3'te yer alan İsviçre vatandaşı! Sebeplerden biri; ekonomik.

Bir diğer konu ise dışarıdaki çok sayıda kişi için hazırlanan yemeklerin, kullanılan malzemelerin kalitesi ve bu yemeklerin lezzeti. Hijyene çok girmiyorum, o konuda öldürmeyenin güçlendireceğine inananlardanım. Ama özellikle üniversite yemekhanesinde her zaman aranılan lezzette yemek bulunmadığı bir gerçek.

Son motivasyon kaynağım ise kendimi kendime kanıtlamak istememdi. Vakit ve enerji yoksunluğundan yakınırken, akşam yemeği yapmanın bile zor geldiği, yemeksepeti'ne talim yaşadım yıllarca. Şimdi ise hem akşam yemeğimi, hem de öğle yemeğimi kendim hazırlamak! Vaay, o kadar vaktim var mı benim? :)

Kaplar ve mandalinalar hazır!


Haftasonu sonuçları paylaşmak üzere, hoşçakalın!

*Günlük menülerimi takip etmek için >> https://instagram.com/12ay12yer

Tuesday, October 6, 2015

Lozan yakınlarında ne yapsak? - 1: Bex Tuz Madenleri

Lozan'dasınız, yakınları keşfetmek istiyorsunuz, ne yapsak mı dediniz? Size bir öneriyle geldim: Tuz Madenleri!

Lozan'a 1 saat uzaklıktaki Bex'te, yıllarca İsviçre'de tekel olarak işletilmiş, bugünse Basel'deki madenle birlikte bu özelliğini kaybeden Mines de Sel de Bex'i (Bex Tuz Madenleri) ziyaret edebilirsiniz.

Maden, 1554 yılından beri işliyor! Hala madenden günde 100 ton tuz çıkıyormuş. Bu miktar sizce yeterli mi nasıl? Cevabını daha sonra vereceğim :)

Madenin girişi
Madenin içine girince önce geniş bir alanda tanıtım filmi izliyoruz. Burada tuzun nasıl elde edildiği anlatılıyor. Burada çıkarılan tuz, kayanın içine karışmış halde olduğundan tuz bulunduğunda buraya su sıkılarak tuzun suya karışması sağlanıyor. Daha sonra da bu tuzlu sudan su buharlaştırılarak tuz elde ediliyormuş.

Tuzlu odunlar
Tuz küpü

Benim gezi sırasında en ilginç bulduğum şeylerden ilkine geldi sıra. Madenin içerisinde koca bir şarap mahzeni var. Alplerin sıcaktan, soğuktan koruduğu ve her mevsim 18 derece sıcaklığın korunduğu bu yerde şaraplar normalinden 3 kat daha hızlı bir şekilde yıllandırılabiliyormuş. Bu nedenle burayı bir şarap mahzeni olarak değerlendirmişler :)
Mahzen
Diğer ilginç ve İsviçrelilerin bu turizm işini "like a boss" yaptıklarını gösteren şey ise; maden içinde ulaşımımızı halen madencilerin kullanmakta olduğu trenle yapmamız oldu. Madende olma fikri ve minik trene kalabalıkça doluşma tecrübesi başta korkutsa da, ilginç ve sık yaşanmaz bir tecrübeydi.
Trenimiz
Sorunun cevabına gelirsek; günde çıkan 100 ton tuz çok azmış, hatta bu madenin turizm olmadan ayakta kalması mümkün değilmiş. Şu an sadece 2 madenci varmış çalışan, onların da daha çok teknisyen olarak çalıştığını, tüm işi makinelerin yaptığını söyledi rehber.

Bu ziyaret esnasında aklıma sık sık Soma Faciası geldi. Daha önce hiçbir madenin içine girmemiştim. Turizm amaçlı girmek dahi kolay değil, kaldı ki yıllarca orada çalışmak, tehlike anında kaçamamak, yerinden kıpırdayamamak, en yakın çıkışın metrelerce uzakta olması.. Çok çok acı.. Tekrardan hepsine rahmet ve sevenlerine baş sağlığı diliyorum.

Sunday, October 4, 2015

Kendime meydan Okuyorum: Şekersiz Hayat Denemesi

Etrafta okuduğum onca yazı ve takip ettiğim blogların tümü şekerin zararlarından bahsediyorken ve her geçen gün daha çok kişi şekeri bıraktığını açıklıyorken bunu ben de bir deneyeyim dedim. Zaten kahve içmeyen, çayı da liseden beri şekersiz içen biriyim. Keke bayılırım, ama evimde fırın olmadığı için yapma imkanım yok (Neyse ki!). Velhasıl şu an evimde şeker bile yok. Tek zorlanacağım zaman pazar günkü nutellalı krep keyfi olur diye düşünerek bu işe giriştim. Yanılmışım dostlar!

Buna cumartesi günü karar verdiğimden pazar günü ilk sınavımı verecektim. Bugün nutellasız geçirdim ve kendimle gurur duydum! Hafta içinde de hiç tatlı yemedim. Şekersiz hayatımın 5. gününde olduğumu sanarken, şu ekmeğe bir bakayım dedim (Kendisi tam tahıllıydı oysa). Dıdım, şeker! Derken aldığım makarna sosunda da şeker olduğunu gördüm. En son yediğim fındıklı yoğurtta da şeker görünce "Buraya kadarmış" deyip, şekersiz hayat denemesini, "Ay zaten ben çok şeker yemiyorum" telkiniyle başka baharlara erteledim. Ekmeğimi de kendim yapacak kıvama gelmedim daha :(


Bu arada bu yoğurdu buranın BİM, A101'i sayılan Aldi'de buldum. O kadar çok Türk olduğunu sanmıyorum burada, o nedenle görünce şaşırdım. Tadı enfes!

Tuesday, September 29, 2015

Lozan neden Olimpiyat Şehri?

İsviçre, dünya savaşlarından beri tarafsız konumunu hep korumuş. Hala da Avrupa Birliği'ne üye olmayarak etliye sütlüye karışmayan bu tavrını sürdürüyor.

Birinci Dünya Savaşı sırasında ortam karışıkken, savaştan çok uzak bir felsefe gerektiren olimpiyatlar için tarafsız bir yere ihtiyaç duyulmuş. hal böyle olunca da olimpiyatların babası kabul edilen Pierre de Coubertin, Uluslararası Olimpiyat Komitesi'nin ana merkezini Paris'ten Lozan'a taşıma kararı almış. O gün bügündür de merkez burada. Lozan da bu merkez fikrinin hakkını vermiş bir şehir. Şehrin muhtelif yerlerinde olimpiyatlara dair şeyler bulmak mümkün. Bunlardan biri de bir sonraki olimpiyatlara geri sayan sayaç! 2020 Kış Gençlik Olimpiyatları'na Lozan'a bekleriz :)

Sunday, September 27, 2015

Lozan tavsiyeleri 2: Le Barbare'da sıcak çikolata içmek

Yaklaşık 2 aydır buradayım, ama hem İsviçre'nin Avrupa'nın orta yerinde oluşundan, hem de Lozan'ın üniversite şehri diye geçmesinden tanıştığım herkes burada yabancı! Sadece bir -evet sayıyla da 1- Lozanlı ile tanışabildim, onu bulmuşken de Lozan'daki favori yerlerini ve "Mutlaka yapmalısınız/görmelisiniz/tatmalısınız!" tavsiyelerini sordum. Bu yazı da, bu tavsiyeler kapsamında verilen ilk cevabın denenmesi ile ortaya çıktı :)

Bir kere burada havalar bir garip! Günlük güneşlik bir hava 1 saat içinde fırtınaya dönebiliyor. Yine böyle güzel başlayan bir günde, katedrale çıkan merdivenlere konuşlanmış Le Barbare'ın yolunu tuttuk. Dışarıda masa kalmamış diye üzüldük ("güzel hava buldun mu tadını çıkaracaksın" felsefesi tüm şehre hakim), ama bu modumuzu bozamadı ve içerinin loş ortamına kendimizi bıraktık.

Menüde pek çok sıcak çikolata seçeneği var ama biz hızlı ve sert bir giriş yapmak istediğimizden "chocolat chaud épais" söyledik. Bir fikir vermesi açısından sizi videosu ile baş başa bırakıyorum.



İnternetten yapılan araştırmada ev yapımı tatlıların da çok iyi olduğunu görmüştük. Böyle olunca da çikolatalarımızın yanına ev yapımı elmalı turta ile limonlu kek söyledik. Ahh ah! Size o keki nasıl anlatsam bilemedim. böyle canınız bazen tazecik, kararında kabarmış, şekeri az, ılık kek ister ya; heh işte o kek bu kek!


İsviçre standartlarında fiyatları da uygun bence, TL'ye çevirmeyiniz lütfen!


Lozan'a gelmişken bu sıcak çikolatayı tatmadan dönmeyin derim! 

Adres: Escaliers du Marché 27, 1003 Lausanne

Saturday, September 26, 2015

Lozan tavsiyeleri 1: Olimpiyat Müzesi


Lozan’da bir gününüz var ve ne yapsam mı diyorsunuz? Açıkçası, turist olarak bir günlüğüne Lozan’da bulunmayı planlayan biri için ideal bir program değil, zira eminim ki daha eklenecek çok yer vardır. Ancak yaklaşık 130 bin nüfuslu bu güzide şehrimizde önümüzdeki 4-5 sene yaşayacak biri, Lozan’ı hafta sonlarına bölüştürmek istediğinden, onun için oldukça ideal bir programdı. Belki size de bir fikir verebilir.
Burada klasik bir Cumartesi günü önce postaneye gidip hafta içi sana teslim edilemeyen paketleri almak, sonra da markete gidip haftalık alışverişini yapmakla başlıyor (kahvaltıdan sonra elbette!). Aslında bu işleri azar azar hafta içine kaydırmak lazım ki Cumartesi 18:00 dedin mi kapanan yerlerini tadını çıkarmaya daha çok vakit olsun!
O gün ilk durak Olimpiyat Müzesi’ydi! İsviçre’nin en çok ziyaret edilen ikinci müzesi imiş. Kişisel olarak benim de en çok etkilendiğim müzeler arasında yer alıyor, birincilikte ise Gaziantep Zeugma Müzesi var (Bunu böyle söylemek iddialı oluyor, biraz alt kategorilere bakmam lazım çünkü Londra, Paris, Berlin görmüş kişilerin bu listeyi kolaylıkla yapabilmesi imkansız!).


Olimpiyat Müzesi 1993 yılında Lozan’da kurulmuş ve şu an dünyadaki en geniş arşive sahip olimpiyatlar hakkında! Müze gölün hemen kenarında, hatta şu an göldeki bir gemide geçici bir sergi de bulunuyor. Müzenin bahçesine girişinizden itibaren ilginç şeyler sizi karşılamaya başlıyor. İşte bahçedeki heykellerden bazıları:

Müzenin hakkını vermek istiyorsanız en az 2 saat ayırmalısınız çünkü oldukça büyük. Sporcuların kıyafetleri, afişler, meşaleler, tarihçe, olimpiyatlarda yaşanan önemli olaylar, açılışta giyilen kıyafetler gibi pek çok ilginç nokta var. Koleksiyonun sonunda ise bir olimpiyat sporcusu olmak için gereken özellikler sıralanmış ve bu özelliklerinizi test etmenize yarayan çeşitli oyunlar bulunuyor. Oyunlara biraz kendimizi kaptırdığımız için orada fotoğraf çekmeyi atlamışım :)

Sporu sadece amatör olarak yapan biriyim, izlemeye de özel bir ilgim yok. Ama müzenin atmosferi çok etkileyici, öyle ki zaman zaman gözlerimin dolduğu oldu. Herkesin, özellikle de genç ve çocukların ziyaret etmelerini çok önemsiyorum bu nedenle. Umarım biraz olsun heveslendirebilmişimdir. Sizi fotoğraflarla baş başa bırakıyorum! Bu arada, bilet tam 18, öğrenci 12 frank. Ve üzerinde tüm gün geçerli olduğu yazıyor. Müzeden çıkarken biletleri girmekte olan birine vermediğimize üzüldük sonra.

Elde dikilmiş olimpiyat bayraklarından biri, 1914'e ait

Kadınlar Olimpiyatlar'a ilke kez 1900'de Paris'te katılmış. Beauvoir'a selam olsun!

Moschino tarafından olimpiyatlar için hazırlanmış İtalyan Alpleri göndermeli muhteşem elbise

Monday, September 14, 2015

Evde Yoğurt – Mutlu Son

Kendi yoğurdumu mayalamayı çok istediğimden, birkaç denemeye daha hazırdım aslında ama bakterilerimle iyi anlaştık bu sefer ve yoğurdum tuttu !

Gecen seferki denememi şu yazıda anlatmıştım. Bu sefer farklı yaptığım şeyler şunlardı:

·         Geçen sefer bir blogda mayayı süte eklerken karıştırmamak gerektiğini okuduğumdan tencerenin kenarından boşaltıvermiştim mayayı. Ama bu, yoğurt kaymaklı olsun diyeymiş. Bu sefer bir güzel karıştırdım.

·         Biraz daha fazla yoğurt koydum, çünkü buradaki yoğurt zaten bizim alıştığımız gibi katı degil, oldukça akışkan bir formda.

·         Gecen seferkinin 3 kati bir sure daha fazla beklettim yoğurdu buzdolabına koymadan önce. Bence en önemli nokta buydu. Gecen sefer 2.5-3 saat bekletmiştim. Açtığımda yoğurt kokusu vardı ancak tamamen sıvıydı tencere. Bu sefer 21:30 gibi sarıp sabah 8:00 gibi buzdolabına koydum. Ve bingo!


Bir de hem kendime not hem kafası karışanlara tavsiye: sütü kaynattıktan sonra içine serçe parmağını sokup 10’a kadar sayma ölçüsünden hoşlanmıyorum ve mutfak termometrem de yok. Sütü de hep aynı tencerede kaynatıyorum. Dolayısıyla bu ölçü benim için "Süt kaynadıktan sonra ocaktan al, 40 dakika bekle"ye dönüştü, çok da memnunum, belki sizin de işinize yarar. Afiyet ola!

("Spoiler" vermek gibi olmayacaksa sıradaki hedefimi açıklıyorum: Evde mayalı pişi yapımı!)

Monday, September 7, 2015

Evde Yoğurt - İlk Deneme

Bir mutfak heveslisi ve aynı zamanda da görmemişi olduğumu (yıllarca mutfaksız odalarda, yurtlarda yaşadım) şu yazıda belirtmiştim. Hal böyle olunca, hem mutfaklı bir evde kalmayı, hem de yeni taşınmış olmanın getirdiği kap kacak alışverişi yapma gerekliliğini lehime çevirmeye karar verdim (Fırın olmayan evime kek kalıpları beğenmemin acıklı hikayesine belki daha sonra değinirim). Bunu yaparken de ucundan kıyısından, kimilerince çok eleştirilen, kimilerince ise hayatın merkezi olmuş "sağlıklı yaşam" furyasına dokunmaya başladım. Yıllarca ve özellikle Instagram günlük hayatıma girdikten sonra, avokadolar, kinoalar, yok efendim hindistan cevizi sütleri havada uçuşurken, bir gün imkanlarım olunca ben de bunları deneyeceğim derdim sürekli kendime. Denemelerimi umarım ileriki yazılarda göreceksiniz :) Bugün burada ise hem ağzıma layık yoğurt bulamamamı, hem de evde yapılan yoğurdun nispeten daha katkısız ve sağlıklı olmasını deneysel bir çalışmaya çevirmemi ve maalesef başarısızlıkla sonuçlanan evde yoğurt yapma girişimimi anlatacağım.

Günlerce blog blog, video video gezdikten, annemle defalarca konuşup tarifi dikkatlice not ettikten sonra, çiğ süt ve ev yapımı yoğurt bulmam mümkün görünmediğinden (Varan 1) marketin yolunu tutup günlük süt ve bildiğimiz yoğurt aldım. Gerçi buradaki bildiğimiz yoğurt dediğim, kaşıkla almaktan çok kutusunu devirerek dökme şeklinde kullanılıyor. Daha sonra tüm tariflerin ortak noktası olan şekilde sütü kaynattım. Burada Varan 2 devreye giriyor, zira sütün içinde serçe parmağını koyup 10'a kadar sayınca yanmaması kadar öznel bir sıcaklık olabilir mi soruyorum size! Neyse, kendimce doğru sıcaklığa eriştiğime inandıktan sonra 2 yemek kaşığı yoğurdumu sütü kestirmeyecek şekilde (oda sıcaklığındaki yoğurdu ayrı bir kapta sıcak süt ile karıştırıp ılıştırdıktan sonra) süte ekledim. Sonra da üçüncü ve son adımda kaldım zaten, yoğurdu sıkıca sarıp sarmalayıp hiç kıpırdatmadan ahşap masa üzerinde 3 saat beklettim. Açtığımda ise yoğurt kokulu ama sütten hallice kıvamlı bir şeye ulaşmıştım! 

E moraller bozuldu tabi. Ama bu noktadan sonra kendimle ne kadar gurur duysam az! :) Çünkü bu "şey"i kaynatarak peynir altı suyu ve çökelek (ya da lor) elde ettim. Aşağıdaki fotolarda bu peyniri ve suyu görmektesiniz.




Ay bununla da yetinmedim üstelik! Bu peynir altı suyunun protein açısından pek bir faydalı olduğunu okudum, dolayısıyla makarna haşlarken su yerine peynir altı suyu koydum, proteinleri bünyeye aldım! 

Peynirin içine de domates, kırmızı biber, zeytinyağı, kekik ve tuz ekleyerek kahvaltılık bir meze elde ettim, 3 gün yedim (Çingene pilavı da deniyor sanırım).

İşte ilk yoğurt denemem böyleydi. İşin ucunu bırakmayacağım ama umaırm çok denemem de gerekmez. Takipte kalınız!